Bir hayat hikayesi olarak evrim

-
Aa
+
a
a
a

Beyni büyük olanın, aklı da mı büyük olurmuş? Evrim sürecinin içerisinde altmış milyon yıl geriye gittiğimizde, insan ile ilişkili ilk canlılardan prosimian’da başlayan bir büyüme eğilimi hep gözlenegelmiş. Canlılar aleminin seçkin üyelerine has bir özellik sayılan bu beyin büyümesinin ardındaki itici güçlerin evrim çizgisi içerisindeki farklılaşmaların da nedeni olduğu düşünülebilir.

İki milyon yıl kadar önce, homo cinsi (bizinki!) ortaya çıktığında, en büyük marifeti, taştan aletler yapabilmesiymiş. Bu nedenle, homo habilis adını alan ‘ilk insan’, tıpkı ‘ilk insan öncülü’ sayılan, insanla maymun arasındaki güney maymunu gibi ufak tefek, kıllı, kaşı gözüne yakın birisiymiş. Bu fosillere bakıldığında ‘büyük beyinlilik’ özelliğinin, ayırıcı bir nitelik olduğu görülüyor.

1999'da Gürcistan'da bulunan Homo erectus'a ait kafatası1,75 milyon yıllık

Homo habilis’in ardından gelen homo erectus’la devam eden beyin büyümesi, 100.000 yıl önce (şimdiki) homo sapiens’in belirişiyle yaklaşık 1400 santimetreküplük bir hacimde somutlaşmış.

Vücuduna oranla en büyük beyne sahip olan insanların, beyinlerinin hızla büyümesinde, alet kullanmanın, avlanmanın ve konuşmanın rolü olduğu öne sürülür.Ancak bu faaliyetlerin ne kadarının, sadece insana özgü olduğu tartışılabilir. Beyinleri hızla büyüyen canlıların içerisinde, insan en ileri noktada olmakla birlikte, maymunsu genel adı ile anabileceğimiz pek çok canlı ile aynı özellikleri paylaşıyor.

Maymunsular da alet üretir

Bu gün yapılan maymun araştırmalarında, onların da alet üreterek, kullanabildikleri görülüyor. Et yeme ve avlanma, pek çok canlıda olduğu gibi maymunlarda da grup halinde hareket etmeyi doğurmuş. Konuşma gibi ileri düzeyde bir faaliyet şeklinde olmasa da çeşitli işaretlerin kullanıldığı iletişim biçimlerine pek çok canlıda rastlayabiliyoruz.

İnsan beyninin gelişiminde etken sayılan bu özelliklerin, ‘evrim komşumuz’ maymunun başta geldiği çeşitli canlılarda da bulunması, beynin büyümesinin ardındaki itici gücün, insan ve maymunlar içinde yer aldığı daha geniş bir canlı grubuna özgü olabileceğini düşündürüyor. İnsan beyninin diğer komşularından daha çok gelişmişliğini, maymunlarda da temel örgülerini gördüğümüz, sürdürdüğü girift toplumsal hayata bağlayanlardan, bir başka yazıda söz etmiştim.

Beynimizin, sıçrayıcı bir ilerleme yapmasında etkili temel özellikleri paylaştığımız maymunlarla yollarımız, tam olarak nerede ayrılıyor?

Bu sorunun kesin cevabını bulmaktan ziyade, yolların ayrılmamış olduğu dönemden kalma davranış örüntüleri ile beyin arasındaki ilişkiler, psikiyatriyi ve davranış bilimlerini daha çok ilgilendiriyor.

Ancak evrim sürecine bakıp, gelişim evreleri ve aşamalar hakkındaki teorilere göz atıldığında, bir mantık zinciri dikkat çekiyor. Her aşamada, o aşamaya uygun beyin değişiklikleri ortaya çıkıyor (görme keskinliği gerektiren ‘ağaçta yaşama’ döneminde oksipital lobun belirginleşmesi gibi). Sonra o değişiklik, daha farklı yaşantıların yürütülmesine elveriyor. Canlı, hayat tarzını değiştiriyor. Beyindeki yapılanma, bu sefer yeni tarzın zorlamalarına göre bir yön alıyor. Sözgelimi, elini kullanarak alet yapan homo habilis, duygu ve hareketleri eşgüdümleyen beyin bölgesi açısından , kendisinden bir öncekini böylece aşabiliyor. Beynin bu gelişmiş parçası yeni bir dönemde işine yarıyor ve yeni bir kimlik için beyninin başka bir bölgesini işletmeye başlıyor. Böylece, dış koşullara diğer canlılardan daha farklı bir biçimde dayanabilmesini sağlayan araç- gereci yapabiliyor. Gelişmiş beynin “ihsan ettiği” yetenekleri ile doğanın acımasız koşullarına direnerek sağ kalabilen homo hangisiyse, konuşuyor, daha karmaşık toplumsal yapılar kuruyor. Sonunda bugünkü toplumsal hayatın içindeki insan haline dönüşüyor. Geliştirdiği uygarlığın nimetlerinden yararlanmaktan çok, zararlarından korunmakla zamanı geçirmeye başlıyor.

40 bin yıl öncesine kadar yaşayan Homo neanderthaliensis

Evrensel ve zaman aşırı

Olayların başı, gelişimi ve bir acı tatlı sona bağlanmasından ibaret gibi gözüken evrensel ve zaman aşırı bir yanı olduğuna dikkat çeken paleoantropolog Misia Landau, evrim teorilerininbir “öykü” gibi değerlendirilmesini öneriyor. Evrim sürecinde, insanın geçtiği dönemlerin sırası, çeşitli bilginlere göre değişiyor.Yani, “önce et yedi sonra da alet yaptı ve beyninde büyük bir gelişme ortaya çıktı” mı; yoksa “beyni zaten bütün primatlar gibi büyümekteydi de, sürdürdüğü toplumsal hayatın karmaşıklığı ölçüsünde bir gelişme hızı gösterdi” mi? Bu dizilişler, öncelik ve sonralık, konunun uzmanı bir kişi tarafından daha iyi açıklanabilir. Ancak benim “giriş, serim, düğüm, sonuç” gibi yorumladığım öykü benzeri gelişimi, Landau daha yapısal bir çözümlemeye tabi tutmuş.

Landau’nun savı, evrimin de insanın anlattığı öykülerdeki (efsaneler, masallar) ana başlıklara göre teorileştirildiği.

Öyküyü, kahramanın az çok dingin bir hayat sürdürdüğü dönemden başlatıyor. Sözgelimi, ağaçlar üstünde yaşanan zaman... Kahramanımız henüz insan değilse de insanın bir adım evveli. Üstelik ufak tefek ve güçsüz, ama farklı. Landau, “işte, Kül kedisi ya da çirkin ördek yavrusu", diyor.

Kahraman, bir nedenle ağaçtan yere iniyor. Çeşitli bilginler beynin büyümesini, dış koşulları ve kahramanın (yerden ayakta duruşa) doğrulabilme yeteneği kazanmasını, bu değişikliğe neden olarak gösteriyor. Böylece yere inen kahramanımız, öykülerdeki “yola koyulma” aşamasına geçebiliyor. Çıktığı yolda çeşitli tehlikelerle sınanan kahramanımız, bu “ateşle imtihan”ları atlattığı ölçüde insanlaşır. Dış dünyaya karşı koyabilen kahramanımız, fiziksel zayıflığını telafi edecek bir dizi özellikle donanır. Adeta “ihsan eylenen” bu (Darwin’e göre ahlak, Osborne’a göre alet yapımı, Keith’e göre akıl) özellikler,yeni sınavlara doğru yol alan kahramanımıza yön verir. Çevreyle ve türdeşleriyle ilişki / çatışma içerisinde kahramanımız uygarlığın “taşlarını dizmeye” başlar. Ancak pek çok öyküde olduğu gibi, kendisini oluşturan kahramanı yutmaya hazırlanır. İnsan uygarlığın getirdiği tehditlerle yüz yüzedir.

Öykü burada bitiyor. Landau’nun yaptığı; bildiğimiz, küçüklükten beri dinleyegeldiğimiz öykülerdeki ana kişi ve olayların yerine, evrimin öznelerini ve gelişme evrelerini koymak... Kuşaklar boyu anlatılan öykü, masal ve efsanelerin kimilerinin evrim ‘öyküsü’nün, (başka kahramanlar ve olaylarla, ama aynı diziliş ve yapılanışla) tekrarı olduğu düşüncesi, ilk bakışta kuru ve indirgemeci gözüküyor. Ama her dilde, farklı zamanlarda üretilmiş birbirine çok benzeyen masalları ve efsaneleri düşündüğümde, olmayacak bir şey gibi gözükmüyor. Her bir hayatta ayrı ayrı ve yeni baştan üretilen, farklı özneli ve farklı olaylı, ama yapıları birbirine çok benzeyen Oidipus öykülerini aklıma getirince, “evrim öyküsü, hep anlattığımız ve tek tek silbaştan yaşadığımız bir öykü” gibi gözüküyor...